İklim yasası geldi, sıra inançlarda mı? Karbon ayak iziyle gelen sessiz devrim!
Emre Yılman
Türkiye, uzun yıllardır gündemde olan iklim yasasını nihayet Meclis’ten geçirdi. Kimi bu adımı çevre adına tarihi bir kazanım olarak değerlendirirken, kimine göre ise Türkiye’nin boynuna geçirilmiş görünmez bir tasma. Peki gerçekte ne oldu? Bu yasa bize ne kazandıracak, ne kaybettirecek? Sadece çevre için mi var, yoksa daha derin bir dönüşümün habercisi mi? Gelin, taşları birlikte yerine oturtalım.
Her şey 2015’te imzalanan Paris İklim Anlaşması ile başladı. 191 ülkenin taraf olduğu bu küresel uzlaşma, iklim krizine karşı dünyayı ortak bir mücadeleye çağırıyordu. Ama bu birlik çağrısı, ülkelerin ekonomik gerçeklerine göre farklı bedeller öngörüyordu.
Türkiye, anlaşmayı 2016’da imzalamış olmasına rağmen, “gelişmiş ülke” statüsü nedeniyle ağır yükümlülükler altına girmemek için yıllarca Meclis onayını erteledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Atmosferi biz kirletmedik, faturayı da biz ödememeliyiz” çıkışı, bu stratejinin temelini oluşturuyordu.
Ve sonuç alındı. 2021’de Türkiye, “gelişmekte olan ülke” statüsüyle anlaşmaya taraf oldu. Böylece daha hafif yükümlülüklerle sürece dâhil oldu, aynı zamanda uluslararası çevre fonlarına başvuru hakkı kazandı. Bu hamle diplomatik açıdan bir başarıydı, ancak asıl sınav şimdi başlıyordu: Taahhütleri yerine getirmek.
PEKİ İKLİM YASASI NE GETİRİYOR?
Geçtiğimiz günlerde Meclis’ten geçen İklim Yasası, Paris Anlaşması’nın iç hukuka aktarımı niteliğinde. Yasaya göre:
Karbon salımları ölçülecek, kayıt altına alınacak ve gerektiğinde cezalandırılacak.
“Kirleten öder” prensibi devreye girecek.
Karbon ticareti için bir karbon borsası kurulacak.
Çevreye duyarlı üretim yapan firmalar teşvik edilecek, doğayı kirletenler ise cezai yaptırımlarla karşılaşacak.
Bu maddeler ilk bakışta gayet makul görünüyor. Ancak detaylara inildiğinde, uygulamanın nasıl olacağına dair birçok belirsizlik mevcut.
AHIRDAKİ İNEĞE VERGİ Mİ GELECEK?
Köylünün, çiftçinin, küçük üreticinin en büyük korkusu, yasayla birlikte geleneksel üretim tarzlarının cezalandırılması. Sosyal medyada şu sorular sıkça dolaşıyor:
“Ahırdaki ineğe vergi mi gelecek?”, “Yapay et mi dayatılacak?”, “Kurban kesimi sınırlanacak mı?”, “Türk mutfağı mı değiştirilecek?”
Yasanın mevcut halinde bu iddiaları doğrudan destekleyecek hükümler bulunmuyor. Ne yapay et zorunluluğu var, ne de kurban ibadetine yasak. Ancak yasanın yoruma açık ifadelerle dolu olması ve uygulama yönetmeliklerinin henüz netleşmemesi, bu korkuları tetikliyor.
TÜRKİYE İÇİN BİR MECBURİYET HALİNE GELMİŞ DURUMDA
İklim Yasası'nın hedefi büyük: 2030’a kadar sera gazı emisyonlarını yüzde 21 azaltmak, 2053’te ise “net sıfır emisyon”a ulaşmak. Ancak bu hedeflerin maddi karşılığı da büyük. Uzmanlara göre dönüşümün maliyeti 30 ila 50 milyar euro arasında. Türkiye’nin kasasına girecek çevre fonları bu yükü ne kadar hafifletir bilinmez, ancak sanayici bu maliyeti ürün fiyatlarına yansıtacak, yani bedel yine tüketiciye çıkacak.
Dahası var: Avrupa Birliği 2026’dan itibaren karbon vergisi uygulamasına geçiyor. Ürünlerin karbon ayak izi yüksekse, Avrupa pazarına alınmayacak. Türkiye’nin ihracatının yüzde 50’si Avrupa’ya gidiyor. Yani bu dönüşüm, ister gönüllü ister zorunlu olsun, Türkiye için bir mecburiyet haline gelmiş durumda.
PEKİ YA BÜYÜK RESİM? KÜRESEL BİR TASARIM MI?
İklim yasasının zamanlaması ve içerdiği düzenlemeler, sadece Türkiye'de değil, dünyada da dikkat çekici bir denkliğe sahip. Neredeyse eş zamanlı olarak birçok ülkede benzer yasalar çıkıyor. Siyasi olarak zıt kutuplarda yer alan partiler bu konuda şaşırtıcı bir uyum gösteriyor. Bu durum, iklim gündeminin bir tür “üst akıl” tarafından yönlendirildiği şüphelerini doğuruyor.
Bu konuda en çok alıntılanan belgelerden biri, Roma Kulübü’nün 1991 tarihli “İlk Küresel Devrim” raporu. Rapor şöyle diyor:
“İnsanları birleştirecek yeni bir düşman ararken, kirlilik, küresel ısınma, su kıtlığı gibi sorunların bu işe yarayabileceğini gördük.”
Yani çevre krizi, yalnızca doğayı değil, toplumsal yapıları da dönüştürmek için bir araç olarak görülüyor olabilir. Tüketimin, üretimin, hatta geleneklerin yeniden tanımlandığı yeni bir dünya düzeni…
PEKİ TRUMP NEDEN ÇEKİLDİ?
Donald Trump’a göre Paris İklim Anlaşması bir çevre planından çok, ekonomik bir pusu idi. 2017’de yaptığı tarihi açıklamada "Ben Pittsburgh halkı için seçildim, Paris halkı için değil" diyerek tavrını net koydu. Anlaşmanın Çin ve Hindistan’a serbestlik tanırken, ABD’ye ağır yükümlülükler getirdiğini savundu. Kömür, çelik ve enerji sektörlerinde milyonlarca Amerikalının işini kaybedebileceğini söyledi. Paris Anlaşması’nın, ABD kaynaklarını diğer ülkelere aktaran bir "yeniden dağıtım planı" olduğunu ileri sürdü. Ve nihayet, “Bu şartlarda devam edemeyiz” diyerek ABD’yi anlaşmadan çekti. Ona göre bu, Amerikan egemenliğini korumanın ve işçiyi küresel sermayeye ezdirmemenin tek yoluydu.
PEKİ SESSİZ BİR DÖNÜŞÜM MÜ YAŞIYORUZ?
Modern çağın yeni kutsalı adeta karbon oldu. Eskiden insanlar taşlara secde ederdi, şimdi CO₂ grafiklerine. Her şey "karbon ayak izi" bahanesiyle sorgulanıyor. En fazla hedef alınan alanlardan biri ise et tüketimi ve kurban ibadeti. Et yemek günah gibi gösteriliyor, kurban kesmek “vahşet” olarak etiketleniyor. Bunun yerine laboratuvar ürünü yapay etler öneriliyor – hem de “helal” etiketiyle.
Burada açık bir din karşıtlığı yok belki ama “bilim” kisvesiyle inançlar dönüştürülüyor. Yeni bir tür seküler şeriat, geleneksel şeriatın yerine geçirilmeye çalışılıyor. Bunun da üç büyük sonucu var: İlki, kurban ibadeti sekteye uğrarsa hayvancılık çöker, kırsal ekonomi büyük darbe alır.
İkincisi, kurban bayramının toplumsal ve dini birleştirici gücü zayıflar. Üçüncüsü ise, yapay ve bitkisel etlerin “helal” kisvesiyle piyasaya sürülmesi, dini değerlerden çok küresel şirketlerin çıkarlarını önceleyen bir sistem kurar.
Kısacası mesele sadece çevre değil; değerlerimiz, kültürümüz ve inançlarımız da bu dönüşümün içinde şekillendirilmeye çalışılıyor.