Osman Avcı

Şehrin Kalbinde Mevlânâ'nın İzleri

Osman Avcı

Konya…
Sadece bir şehir değil; zamanı yavaşlatan, gönlü incelten, ruhu derinleştiren bir hâl. Her Aralık ayı geldiğinde, bu geniş ovası daha bir dinginleşir, sokaklarında sessiz bir çağrı duyulur: “Gel…”
Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin 752. vuslat yılı, bu çağrının en gür duyulduğu zamandır.

Bu şehirde sabahlar bile başka başlar. Sıcacık etli ekmek kokusunun yükseldiği fırınların önünden geçerken, insan sadece bir yemek değil, bir geleneğin, bir medeniyetin asırlardır süren hikâyesinin içinden geçer. Tiritin buğusunda Anadolu’nun yorgunluğu, bamyanın zarafetinde Selçuklu mutfağının inceliği, fırın kebabının her lokmasında ise Konya’nın sabırlı pişirme kültürü vardır. Bu sofralar sadece karın doyurmaz; şehrin ruhunu imar eder, insanın içini ısıtır.

Mevlânâ’nın şehrinde yemek bile bir tefekkürdür aslında. Çünkü her şeyin su gibi aktığı bir dünyada Konya’nın lezzetleri sabrı hatırlatır; beklemeyi, pişmeyi, olgunlaşmayı… Tıpkı Mesnevî’nin sayfalarında olduğu gibi.

Ve Konya’nın sokakları…
Bir köşede Alaaddin Tepesi’nin kadim çınarları, diğer köşede İplikçi Camii’nin taşları… Her biri Mevlânâ’nın yürüdüğü yolların sessiz tanıklarıdır. Bu şehirde taşın bile hafızası vardır. Üzerine bastığın her kaldırım, sana bir şey fısıldar:
“Bir nefes al, kendine dön. Çünkü yolun aslında sensin.”

Mevlânâ’nın gelişi Konya’yı sadece bir yerleşim yeri olmaktan çıkarıp bir gönül coğrafyası hâline getirdi. Sufi dervişlerin seması, şehrin gökyüzünü yüzyıllardır döndürür. O dönüş, zamanın dönüşüdür. Gönlün, nefsin, insanın kendine dönüşüdür.

Bugün şeb-i arûs dediğimiz o vuslat gecesi, kimi için bir anma; ama Konya için bir hatırlayıştır.
Bir hakikatin hatırlanması, bir kapının aralanmasıdır. Mevlânâ’nın “Ölüm günüm, düğün günümdür” demesi boşuna değil; çünkü insanın nefsi bıraktığı, hakikate kavuştuğu andır vuslat.

Konya, Mevlânâ ile sadece bir şehrin değil, bir medeniyetin kalbini taşır. İlmin, irfanın, hoşgörünün, paylaşmanın, misafirperverliğin asırlardır sönmeyen o ateşi hâlâ bu topraklarda yanar. Bu yüzden Konya’da yürüyen herkes biraz derviş olur, biraz susar, biraz düşünür.

Bugün 752 yıl sonra bile Mesnevî, çağlara meydan okurcasına taze, diridir. Çünkü insan değişse de insanın dertleri, arayışları, içindeki o boşluk hep aynıdır. Mevlânâ, o boşluğu doldurmaz; ona ayna tutar. “Kendini bil” der, “Kendi cevherini bul.”

Şeb-i Arûs’a yaklaşırken, Konya’nın soğuk Aralık geceleri bile bir sıcaklık taşır. Çünkü bu şehirde her evde bir Mesnevî, her gönülde bir dua, her sokakta bir hikmet dolaşır.

Bu yıl da Konya’ya düşen kar taneleri, sanki şehrin ruhunu beyaza boyar.
Belki de bu yüzden Mevlânâ’nın yoluna düşen herkes bir şekilde huzur bulur.
Kimisi bir beyitte, kimisi bir ney sesinde, kimisi de tepsideki sıcak etli ekmekte…

Ve insan anlar ki:
Konya yalnızca bir şehir değil, vuslatın mekânıdır.
Mevlânâ yalnızca bir mutasavvıf değil, çağlar arası bir köprüdür.
Onun öğrettiği ise sadece sevgi değil; insan olabilmenin asıl zanaatıdır.

Vuslatın 752. yılında, Konya’nın kalbinde yankılanan o çağrı yine aynı:
“Gel… Ne olursan ol, yine gel.”

Ama bu sefer belki eklenmesi gereken bir cümle daha var:
“Yeter ki gönlün yolda olsun.”

Yazarın Diğer Yazıları