Prof. Dr. Abdurrahman KUTLU            (Selçuk Üniversitesi Eski Rektörü)

102. yılında Lozan değerlendirmesi

Prof. Dr. Abdurrahman KUTLU (Selçuk Üniversitesi Eski Rektörü)

 

Bu yıl Devletimizin Kuruluş Tapusu niteliğinde olan Lozan Antlaşması’nın 102. Yılına ulaştık. 

Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 yılında Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya, Bulgaristan, Romanya, Belçika, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya arasında imzalanmıştır.

Lozan Antlaşması sıradan bir Antlaşma değildir. Aradan yüz iki yıl geçmesine rağmen öneminden bir şey eksilmediği gibi, komşularımızla ve uluslararası ilişkilerimizde hep güvencemiz olmuştur.

Yunanistan’ın son zamanlarda Adaları silahlandırması, Amerika ile ittifak içine girip Yunanistan’ı Amerika üsleri konumuna getirerek güvenliğimizi tehdit etmesine itirazlarımızda, hep Lozan Antlaşması esasları ön planda yer almaktadır.

Türk Heyeti görüşmeler için Lozan’a giderken ülke tam işgalden kurtulmamış, İstanbul ve Trakya işgal altında bulunuyordu. Türk Heyeti Başkanı merhum İsmet İnönü hatıratında, “Lozan’a gidince bazılarının bizi işgale uğrayan yurdumuzu kurtarmaya çalışanlar olarak değil de, ihtilale kalkışan gruplar olarak gördüklerine şahit olduk. Onlara kendimizi tanıtmak için epey gayret sarfettik” der.

Lozan Barış Antlaşması; ülkenin işgal edilmesine Saltanat ve İstanbul hükümeti kayıtsız kalırken, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde ayağa kalkan milletin büyük zaferinden sonra, zamanın hakim güçlerinin muhatap almaya mecbur kalmalarının ifadesidir.

Uzun ve sert tartışmalar içinde geçen görüşmelerde Türk Heyeti, eski elde ettiği çıkarlarından vazgeçmek istemeyen ve Türk Milletine bağımsızlığı çok gören sömürgeci devletlerle mücadele etmiştir.

Lozan görüşmelerindeki zorlu süreci Büyük Atatürk Nutuk’ta şöyle belirtir:

“Efendiler, iki dönemden ibaret olup sekiz ay devam eden Lozan Konferansı ve sonucu dünyaca bilinen bir husustur.

Bir süre Ankara’da Lozan Konferansı görüşmelerini takip ettim. Görüşmeler hararetli ve tartışmalı geçiyordu. Türk halkını tanıyan olumlu bir sonuç görülmüyordu. Ben bunu gayet doğal buluyordum. Çünkü, Lozan Barış masasında ele alınan meseleler, yanlız üç dört yıllık yeni devreye ait ve onunla sınırlı kalmıyordu. Yüzyılların hesabı görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık ve bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak, elbette o kadar basit ve kolay olmayacaktı.”

İngiltere, Yunanlıların Türklere yenilmesine çok kızmıştı. Bu öfke konferansa her yönüyle yansımış, Konferans Başkanı İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Curson Konferansın başından sonuna kadar bunu açıkça hissettirmiştir. 

Türk Heyeti için hiç sürpriz olmayan gerginlik ve öfkenin esas sebebi İngiltere ve müttefiklerinin Sevr’i gerçekleştirememeleri idi. Üzerlerinde; Sultan Vahdettin ve Damat Ferit Paşa Hükümeti ile yapmış oldukları 433 maddesi olan Sevr Antlaşması ile ( 10 Ağustos 1920 ) : Doğuda bir Ermeni Devleti’nin kurulması, Güneydoğuda bir Kürt Devleti’nin kurulmasının hazırlıklarının yapılması ve Türklere İç Anadolu’da 3-5 Vilayeti bırakma kararlarını gerçekleştirememenin öfkesi vardı.

Lozan’da Sevr’le Türklere kurulan tuzak bozulmuştu. Bunu, “Türkler bir asker çıkardı, O asker de planlarımızı bozdu” şeklinde ifade etmişlerdi.

Konferansın sonucunu kendileri için başarısızlık olarak değerlendiren Konferans Başkanı Lord Curson, İsmet Paşa’ya “Bunu unutmuyoruz, bir tarafa yazıyoruz, bize geleceksiniz, biz vermeyeceğiz” gibi yakışıksız sözler söylemişti.

Lozan Antlaşması ile ilgili sık gündeme getirilen konulardan biri “Adalar” meselesidir. Burnumuzun dibindeki adaları nasıl verdik? Bu görüşleri ileri sürenlerin “Lozan’a galip olarak gittik, niye istediklerimizi alamadık” psikolojisi içinde olduklarını tahmin etmek zor değil. 

Evet, biz Lozan’a savaşın galibi olarak gittik, ama Lozan görüşmeleri yendiğimiz Yunanistan’la değil, başta 1.Dünya Savaşının galip devletleri olan İngiltere, Fransa, İtalya’nın baş rolde olduğu 20 ye yakın çeşitli statüde katılan devlet arasında olmuştur. Nitekim görüşmelerde İsmet Paşa masaya galip devlet olarak oturmanın verdiği güven içinde sert bir tutum takınınca, Konferans Başkanı İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Curson, İsmet Paşa’ya “Paşa siz bizi değil Yunanistan’ı yendiniz” demiştir.

Ege Denizinin güneyinde içlerinde Rodos Adası’nın da yer aldığı 12 Ada, İtalya’nın Osmanlı hakimiyetinde olan Trablusgarp’a (Libya) saldırması başarısız olunca Osmanlı Devletini barışa zorlamak için İtalya tarafından işgal edilmişti. Balkan Savaşları öncesinde içinde bulunulan olumsuz şartlar sebebi ile Osmanlı Devleti ile İtalya arasında 12 Ekim 1912 tarihinde Lozan’ın Uşi kentinde barış Antlaşması imzalandı. Bu Antlaşmada 12 Adalar geçici olarak İtalya’ya bırakıldı. Bu da Lozan Antlaşması diye anılır ve Lozan Antlaşması ile karıştırılır.  İtalya I. Dünya Savaşında 12 Ada’ya tamamen yerleşti. Bu Adalar 2.Dünya Savaşının sonrasında Yunanistan’a verilmiştir.

Türkiye’ye yakın Ege adalarının neredeyse tamamı Balkan Savaşlarında Yunan’lılar tarafından alınmıştır.  Yunanistan’ın sahip olduğu, o zamanın şartlarında üstün teknolojiye sahip Averof isimli zırhlı bir savaş gemisine karşı konulamaması neticesinde adalar kısa sürede birer birer elden çıkmıştı. 

Averof zırhlı savaş gemisi Osmanlı topraklarında doğup büyümüş, Osmanlı topraklarında zenginleşmiş, Osmanlı vatandaşı bir Rum olan George Averoff tarafından Yunanistan’a hediye edilmişti.

Lozan görüşmelerinde Bozcaada ve Gökçeada, Çanakkale Boğazı çıkışındaki konumlarından dolayı Türkiye’ye bırakılmıştır.

Lozan Konferansında Ege Adaların geri alınmaya çalışılmışsa da, adalarda yaşayan nüfusun çoğunluğunun rum olduğu gerekçe gösterilerek almak mümkün olmamıştır. 

400 sene Osmanlı hakimiyetinde kalan adaların nüfus yapısının bu şekilde olmasını, siyasi tarihçi Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, büyük bir stratejik hata olarak değerlendirir ( Fahir Armaoğlu, Türk Siyasi Tarihi).

Elbette horoz seslerini duyduğumuz, burnumuzun dibindeki adaların bizde olmasını her Türk insanı ister. Ama istemekle olmuyor. Her iş bitiyor yerleşik nüfus yapısı önemli hale geliyor. 

Suriye’den gelen milyonlarca sığınmacı nüfusla karşı karşıya kalan ülkemiz, demokrafik yapının (nüfus yapısının) değişiminden, doğurganlık oranları yüksek olan gelenlerin, özellikle Suriye sınırındaki Hatay, Gaziantep, Kilis gibi şehirlemiz, şimdi önemsiz gibi görenler olsa da, gün gelir önemli hale gelir. 

Lozan Antlaşmasında; sert ve çok tartışmalı geçen konularından Boğazlar Uluslararası bir komisyonun idaresine bırakılmış, Kapitülasyonlar kaldırılmış, Duyun-u Umumiye kaldırılmış, Musul meselesi Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiş ve Osmanlı Borçları Türkiye’ye verilmiştir. Bu borçların faizi ile ödenmesi 1952 yılına kadar devam etmiştir. 

Mondros Ateşkes Sözleşmesi imzalandığı zaman (30 Ekim 1918) Musul, Osmanlı şehriydi. İngilizler sözleşmeye uymamış Musul’u işgal etmiştir. Buna itiraz eden 6.Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa, Saltanattan gelen emre uyarak askerlerini Nusaybin’e çekmiştir.

İngilizler de rahatça ilerleyişlerini sürdürmüşlerdi. Ali İhsan Paşa daha sonra, İngilizlerin tutuklanması istedikleri listede yer almış, Konya’da tutuklanarak İngilizler tarafından Malta’ya sürgüne gönderilmiştir.

Lozan Görüşmelerinde Türk Heyetinin Musul’da plebisit (hangi devlete bağlananacağına halkın karar vemesi) teklifine, Kürt nüfusun Türkiye’yi tercih edeceklerini iyi bilen Konferans Başkanı Lord Curson, şiddetle karşı çıkmış, mesele Cemiyet-Akvam’a (Milletler Cemiyeti) havale edilmiştir.

Milletler Cemiyeti’nde uzun süren görüşmelerde ne yazık ki Musul’u tekrar almak mümkün olmamıştır. Bu yıllarda çıkan Şeyh Sait isyanının (1924) Musul meselesi ile ilişkili olduğu, İngilizler tarafından çıkarıldığı ileri sürülmüştür.

Lozan Antlaşması Türk Halkında büyük memnuniyet yarattı. Ne de olsa; 12 yıldır aralıksız savaş içinde idi, elinde avucunda bir şeyi kalmamıştı, erkeklerini cephelerde yitirmişti ve ülkede üretim her alanda en düşük seviyeye inmişti.

Lozan’dan sonra Türk Milletinin yolu açılmış, 12 yıldır içinde bulunduğu savaşlara son verilmiş, bağımsızlık mücadelesinde haklılığı tescillenerek, 29 Ekim 1923’de TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’ni kurmayı başarmıştır. Bu şekilde Anadolu’da yok edilmeye çalışılan Türk Milleti küllerinden yeniden doğmuştur.

Lozan Antlaşması imzalanmış olmakla beraber, daha sonraki gelişmelerden Lozan’ın Atatürk’ün zihninde bitmediği görülüyor.

Lozan’da büyük mücadele verilmesine rağmen alınamayan Boğazlar’daki hakimiyetin Montrö Sözleşmesi (1936) ile savaş yapmadan yüksek seviyede yürüttüğü diplomasi ile alınması, ömrünün son yıllarında hasta haliyle Hatay’ın Anavatana katılmasında verdiği çaba, O’nun zihninde Lozan sürecinin bitmediğini göstermektedir. 

1932 yılında Türkiye’yi ziyaret eden ABD Genel Kurmay Başkanı General Douglas Mac Artur’a Atatürk şöyle der:  “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse  Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım.” (Türk Silahlı Kuvvetler Dergisi, syf: 26, sayı 333, Temmuz 1992) 

Türk Milleti bunları Atatürk’ün vasiyeti olarak kabul etmelidir.

İsrail’in, Yunanlı’ların, Ermeni’lerin “Büyük” hedefleri / hayalleri olur da Türkiye’nin / Türkler’in niye olmasın?

Yazarın Diğer Yazıları