İsmail Detseli

Betonlaşan dünya, evinin çürüttüğü bedenler!

İsmail Detseli

Hani bir güzel söz vardır: Bir musibet bin nasihatten evladır diye. İnsanoğlu, başına bir şeyler gelmeden yaşadığı hayatın değerini, geçmişte yaşanmış örnekleri pek dikkate almaz ya da çabuk unutur. 

Geçen yılın sonlarına kadar, yaşım ilerlemiş olmasına rağmen gençlerle beraber gezip tozuyor, onca yürüyüşe rağmen hiç zorluk çekmiyordum. Hatta bu gezilerden büyük haz alıyordum. Fakat şu altı aydır dizlerimde ve belimde meydana gelen ağrılardan dolayı öyle mustarip oldum ki, sormayın. Uygulanan bütün tedaviler ve alınan ilaçlar sadece ağrı dindirici oluyor, kökten bir çare olmuyor. Ee, bu da ihtiyarlığın bir cilvesi olsa gerek.

Geçenlerde fizik tedavi görürken eski günleri düşündüm, günümüz yaşamını değerlendirdim ve aklıma şu söz geldi: Her nimetin bir külfeti vardır. Ama bu külfet bazen maddi, bazen de sıhhatle olur. Yaşım yetmişin üzerinde, ama eskiden köylerdeki atalarımızı hatırladım. O insanlar 80-90 yaşına kadar yaşarlardı, o günün imkânlarıyla bu günler asla kıyaslanmaz. Yiyecek, giyecek, gıda ve sağlık imkânları hiçbiri bu kadar gelişmiş değildi. Ama o insanlar sabahın ezanından akşama kadar dağlarda çobanlık yapar, tarlada çiftçilik eder, ekin eker ya da biçerdi. İşleri çoktu, dinlenmek ve beslenmek için yeterli vakit yoktu. Geceleri, gündüzleri, saatleri, dakikaları belli değildi. Buna rağmen dinç ve sıhhatli görünürlerdi.

Rahmetli annemi ve babamı hatırlıyorum. Köyde akşama kadar bağda, bahçede, tarlada çalışırlardı. Akşam vakti eve gelirlerdi. Anacığımın böyle bir şansı yoktu, ama babam merhum evin gerisinde of çekerek çöker ve bana seslenirdi:

-Gel gözüm, bakayım yanıma.
-Buyur baba, derdim. 

Dizlerine kadar çektiği, ayağındaki yün çorabın alt tarafları, lastik pabucunun içinde yarı toprak, çamur olmuştu. Asıl oğlum, şu çorabımı çıkar, derdi. Asıla asıla o terli ayaklarından çıkarırdık çorabını. Ardından:

-Guzum ileğeni, ibriği de getir, şu ayaklarımı gümüş gibi bir yıkayalım, abdesti alayım, derdi. Dediklerini yaptıktan sonra köşeye doğru çekilir, Ohhh diye bir nefes alır ve hemen rahatlar. Ezanı bekler, ya da namaza dururdu. Ev toprak, dam toprak, oturduğumuz çulun altı da toprak. Karo yok, beton yok, marley yok. Evin her yanı sıhhat doluydu. Sabaha kadar o zaten özümüz olan toprakta yatıp dinlenirlerdi. Ertesi gün yine bu tür işlerle toprakla haşır neşir olurlar. Yine de çok yorgunluklarını göremezdik veya bildirmezlerdi.

Mübarek anacığım, babamla tarladan gelir, gaz ocağı yok, fırın nerede, tüp ne gezer? O evin gerisinde, ekmek yaptığı koca ocağın içine bir odun çalı yığar, ateşi yakar, üzerine pilav, papara ve çeşitli yemekleri koyardı. Sonra da abdest alır, sofrayı önümüze getirene kadar yere oturmak bilmezdi. 

Yaşam zor ama tatlıydı. Yuvalar saygı ve sevgi doluydu ve mutluyduk. Şimdi üstümüz beton, altımız beton, yan duvarlar beton. Bu betonlar altında çürümüş vücutlar, ıstırap üstüne ıstrap, acı üstüne acı ve sancılar. Ee, ne yapalım? Hem canımız cennette, hem de gönül neşede olmuyor, işte hepsi birlikte.

50 KURUŞLUK TOPRAK

Geçenlerde bir yaşlı kardeşimizi gördüm. Omzundaki çuvalı taşımakta güçlük çektiği belli. Beni görünce işaret etti, Tut diye. Çuvalı tutup indirdim, sırtından bir nefes aldı, Ohh dedi.

-Abi, bu nedir? dedim.

-Ne olacak, kum, toprak, dedi.

-Ne yapacaksın, evde sıvanacak bir yer mi var? dedim.

Yok, ne sıvası kardeşim, evde her yer beton yığını. Balkona bir halı serdim, bu kumu onun üzerine dökeceğim. Ayaklarımı çaplatıp üzerinde gezineceğim. Bu şekilde vücudumun toprak ihtiyacını gidereceğim, hem de vücudumun elektriğini atacağım, dedi. Merak ettim, bir saat kadar sonra apartmana, arkadaşımın yanına çıktım. Dediğini yapmış, döktüğü kumun üzerine çıplak ayakla oturmuş, adeta tünemişti. Hem oturuyor, hem de mırıldanıyordu bir şeyler.

Batsın böyle şehri de, Şam’ı da. Vay benim güzel köyüm. Vay, imkânım olsa da köyüme gitsem, o tarlalarımızda akşama kadar oynasam, zıplasam, diyordu.

Abi, artık o zıplamalar geçti bizden. Bunları yapamayız, dedim.

Len, en azından topraklarda yalın ayak başıkabak gezebiliriz be İsmail. Hatta orada olsam, zıplarım da bee, diye teselli bulurken, burada da gezdim.

Abi, yalın ayak dedim. Len burada bir yalın ayakla gezmeye kalksan, bir zıplamaya heves etsen, adamı deli deyi tımarhaneye koyarlar, dedim ve gülüştük.

Vücut bir teneke, kuma veya toprağa mahkûm olmuş. Oysa ne kadar çok toprak isteriz, değil mi? Önüm toprak, ardım toprak, asılım toprak, sonum toprak. Yine topraksız olmayız. Çok şükür Rabbime, benim evim biraz bahçeli, her gün iki saat kadar toprakla haşır neşir oluyorum. Ona rağmen yine toprağı canım ister. Çünkü o toprak anadır, her zaman ölüye de diriye de şifadır.

Bu ıstırapları yazarken, içimden bir şiir akıverdi. Bunların hep ondan olduğunu hatırladım işte:

ONDANDIR ONDAN

Diz, kol ve bacakta ağrılar olur
Kımıldayan yeller hep seni bulur
Gençliğin yerini yaşlılık alır
Vücuttaki dertler ondandır ondan
Katarakt olur, miyop düşer göze
Ağrılar sarılır dize, bileğe
Sözünü dinlemez oğlan, kıza ne
İtibarın biter ondandır ondan
Kalpte teklemeler, beyinde sorun
Vücut direncini kaybeder bir gün
Şişmanlamışsın, olmuşsun bir ton
İşte bu dertlerin hepsi de ondan
Doktor ne yapsın, bedenin yıpranmış
Midende ülser, damarlar kurumuş
Altmışı geçmişsin, akıl de dağılmış
Niye anlamazsın, hepsi de ondan
İğne vurulursun, ağrılar diner
Yaşlılıkta bahar, güze döner
Bu dünya misafir, göçenler gider
Ozanın derdi de hep aynı ondan

Yazarın Diğer Yazıları