Mustafa Özyurt

Hz. Yusuf'un firaseti

Mustafa Özyurt

Yûsuf a.s., Melik hakîkate iyice vâkıf olmadan, mes’elenin aslı iyice anlaşılmadan ve haksız yere hapse atıldığı herkesçe kabûl edilmeden evvel zindandan çıkmak istemedi. Aklını kullanarak, sabırlı ve vakarlı bir tavır göstererek kendisine hased edenlerin işi daha fazla karıştırmalarına da mânî oldu. Kendisine yapılan bütün isnadların yalan ve iftirâ olduğunu ispat edip töhmetten tamamen kurtulunca, zindandan çıkmayı kabûl etti.

Bu sebeple her Müslüman, Yûsuf aleyhisselâm’ın bu firâsetli hareketinden ibret alarak, üzerinden töhmeti atmak ve töhmet yerlerinden sakınmak husûsunda son derece dikkatli ve titiz davranmalıdır.

İslâm âlimleri de, mü’minlerin töhmet mahallerinden sakınması gerektiğini söylemişlerdir. Hazreti Yûsuf aleyhisselâm’ın töhmetten kurtulma husûsunda gösterdiği hassâsiyetin bir benzerini Rasûlullâh s.a.v. Efendimizin örnek hayâtında da müşâhede etmekteyiz. Mü’minlerin annesi Safiyye binti Huyey radıyallâhu anhâ, Allâh Rasûlü ile yaşadığı bir hâtırasını şöyle anlatıyor:

Töhmete mâruz kalmaktan sakınma husûsunda olduğu gibi, töhmet etmekten de son derece ictinâb etmenin lüzûmuna dâir, Hak Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de biz kullarını şöyle îkâz buyurmaktadır:

“Hakkında kesin mâlûmâtın olmayan bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, yâni bütün bunlar, yaptıkları şeylerden suâl olunacaklardır.” (el-İsrâ, 36)

Kendisinin tamâmen suçsuz olduğunu ispatlayıp halkın töhmetinden kurtulan Hazret-i Yûsuf a.s., yine de nefsin hîlesinden Cenâb-ı Hakk’a sığınarak dedi ki: “Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs aşırı bir şekilde olanca şiddetiyle kötülüğü emreder. Meğer ki Rabbim merhamet edip korumuş ola! Şüphesiz Rabbim hatâları örten ve çok merhamet edendir.” (Yûsuf, 53)

Bir başka âyet-i kerîmede Allâh Teâlâ şöyle buyurur: “…Eğer üstünüzde Allâh’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse temize çıkamazdı. Fakat Allâh, dilediğini arındırır. Allâh hakkıyla işitir ve bilir.” (en-Nûr, 21)

Bu bakımdan kula düşen, istiğfâr, ilticâ ve tazarrûya sarılmak sûretiyle nefsin şerrinden muhâfaza olunmayı ve âhirete yüz akıyla varabilmeyi Rabbinden niyâz etmektir.

Allah Köleyi Sultan Eder

Nihâyet Hz. Yûsuf’taki ince siyâset, zekâ ve fevkalâdeliği fark eden Melik, onu yüksek bir makâma getirmek istedi. Bu hâl âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilmektedir:

Melik–Getirin O’nu bana! O’nu kendime husûsî bir müsteşâr edineyim.» dedi. Onunla konuşunca da: «–Sen bundan böyle, nezdimizde yüksek bir makam sâhibi ve tam îtimâd edilen bir müsteşârsın.» dedi.” (Yûsuf, 54)

Yûsuf aleyhisselâm zindandan çıkarken kapısına şunları yazdı: “Burası belâlar menzili, diriler kabri, düşmanların hasımları aleyhine sevinerek güldüğü ve dostların imtihân edildiği mahaldir.”

Ardından gusledip yeni elbiselerini giydi. Zindandakiler için de şöyle duâ etti:“Allâh’ım sâlihlerin kalblerini onlara meylettir ve dostlarının haberlerini onlardan gizleme!”

Melik’in huzûruna girince de: “Allâh’ım! Bundan gelecek hayırdan evvel ve daha ziyâde Sen’den hayır beklerim. Bunun şerrinden Sen’in izzet ve kudretine sığınırım.” dedi.

Bu hükümdar, Yûsuf aleyhisselâm’ı satın almış olan Azîz değildir. Züleyhâ’nın kocası olan Azîz, rivâyete göre Yûsuf a.s.ı zindandan çıkmadan ölmüştü. Burada bahsedilen hükümdar, Arabistan’dan gelerek dörtyüz yıl Mısır’da hüküm süren sülâleden, fazîletli bir zât idi. Çok lisân bilirdi. Yûsuf a.s.’ın kendinden daha fazla lisân bildiğini görünce çok şaşırdı. Daha sonra rüyâsının tâbirini bir de Yûsuf aleyhisselâm’ın bizzat kendisinden dinlemek istedi. Hz. Yûsuf ise daha evvel anlattıklarını tekrar anlattı. Bu güzel tâbir karşısında hayran kalan Melik, nasıl bir tedbîr almak gerektiğini sordu.

Yûsuf aleyhisselâm şöyle cevapladı: “–Bolluk yıllarında çok ekin ekerek stok yapmalı. Böylece kıtlık yıllarında hem kendi geçiminizi te’min etmiş, hem de ihrâcat yaparak hazîneye gelir sağlamış olursunuz.”

Bu sefer Melik: “–Peki, bu işi kim yapacak?” diye sorunca, Hz. Yûsuf:

«Beni ülkenin hazîneleri üzerine tâyin et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işleri iyi bilirim.» dedi.” (Yûsuf, 55)

Bu âyetten anlaşıldığına göre, adâleti ve dînin hükümlerini ikâme etmeye muktedir bir kimsenin, idârî bir vazîfeyi taleb etmesi câizdir. Ancak müslümanların kendi aralarında böyle isteklerin peşinde koşmaları câiz değildir.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallâhu an şöyle demiştir: Amcamın oğullarından ikisiyle Peygamber s.â.v.’in huzûruna girmiştim. Onlardan biri:

“–Yâ Rasûlallâh! İdâresini Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği vazîfelerden birine bizi âmir tâyin et!” dedi. Öteki amca oğlu da benzeri bir şey söyledi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber s.â.v. şöyle buyurdu: “–Vallâhi biz isteyeni veya vazîfe hırsı bulunan kimseyi idâreci yapmıyoruz.” (Buhârî, Ahkâm, 7; Müslim, İmâre, 15)

Bu hadîs-i şerîften de anlaşılacağı üzere, vazîfe verecek mevkîde bulunan kimseler işi mutlakâ ehline vermeli, vazîfeye tâlip olan insanların şahsî talep, arzu ve isteklerine değil, liyâkatlerine îtibâr etmelidirler.

Yûsuf aleyhisselâm’ın idârî bir vazîfeye tâlib oluşunu bildiren yukarıdaki âyet-i kerîme, aynı zamanda Allâh’ın emrini hâkim kılıp bâtılı defetmek ve Hakk’ın bütün kudret ve varlığıyla zuhûr etmesi için başka çârenin kalmadığı zamanlarda, idâreyi kâfirin ve zâlim sultânın elinden almanın vâcib olduğuna da delâlet etmektedir. Ancak bu vazîfe ağırdır ve mes’ûliyeti pek büyüktür. Dolayısıyla lâyık olanlara âittir. İşte Yûsuf aleyhisselâm da, bu husustaki bütün şartları kendisinde yüksek derecede taşıdığı için ıslâh-ı âlem maksadıyla ve vaziyetin gerekli kılması sebebiyle mâliye nezâretini üzerine almış oldu.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “İşte Biz böylece Yûsuf’a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki (kudret ve şeref) verdik. Biz rahmetimizi kime dilersek, ona nasîb ederiz. Ve güzel davrananların mükâfâtını zâyî etmeyiz.

Îmân edip takvâ yolunu tutanlar (kötülüklerden sakınanlar) için ise âhiret mükâfâtı elbette daha hayırlıdır.” (Yûsuf, 56-57)

Melik, kendi selâhiyetlerini kullanmasına dahî müsâade ederek bütün Mısır’ı Yûsuf aleyhisselâm’ın idâre ve tasarrufuna verdi. Bir peygambere göstermiş olduğu şu izzet ve îtimad dolayısıyladır ki, Melik, Allâh’ın lutfu ile Yûsuf aleyhisselâm’ın huzûrunda îmân etti. Beraberindeki birçok insan da onunla birlikte îmân ettiler. Çünkü Yûsuf aleyhisselâm onlara peygamber olarak gönderilmişti ve kendilerini tevhîde dâvet ediyordu.

Bilinmelidir ki, lutuf ve kerem, ezelî saâdete bir vesîledir. Bu güzellikler, bir kâfirden bile gelse, mü’min kimse, böyle bir anda onu, -gönlündeki yumuşama ve cömertlik hasletinden istifâde ederek- îmân ve tevhîde dâvet etmekten gaflet etmemelidir. Zîrâ bu vesîleyle o kâfirin kurtuluşa ereceği ümîd edilir.

Kendisine Mısır’ın idâre ve tasarrufu verilen Hazreti Yûsuf a.s., bu vazîfeye başlar başlamaz tarıma ehemmiyet verdi. Üretimi artırdı. İhtiyaç fazlası olan ürünleri stok etti. Kıtlık yılları gelince de, bu stok edilmiş olan mahsulleri hem kendi ülkesinin ihtiyaçları için kullandı, hem de ihraç ederek hazîneye gelir sağladı. İnsanlar her taraftan gelerek kendisinden erzak satın almaya başladılar. (Devam edecek)

Yazarın Diğer Yazıları