Mustafa Özyurt

Rabbimin Yanında Gecelerim 

Mustafa Özyurt

Hazret-i Mûsâ, Tûr Dağı’nda Zât-ı İlâhî’den bir tecellî kırıntısı karşısında bayılıp düşmüş ve ardından üç gün yüzünü örtmesini îcâb ettirecek derecede bir nûr in’ikâsına mazhar olmuştu. Hâlbuki Hazret-i Peygamber s.â.v. Efendimiz de, Cenâb-ı Hak’la Mîrâc’da Sidretü’l-Müntehâ’nın da ötesinde, Kur’ânî beyân ile: “birleştirilmiş iki yay arası kadar, hattâ daha da yakın” olarak tavsîf edilen bir vuslat ânında mükâleme ve müşâhede nîmetine ermişti. O hâlde sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’de niçin Mûsâ aleyhisselâm’daki gibi bir tesir izi görülmediği husûsunu, ehlullâh hazarâtı şu şekilde îzâh ederler:
Hz. Mûsâ, o hâlleri yaşarken “telvîn” sâhibi idi. Peygamber Efendimiz s.â.v. ise “temkîn” sâhibi idi. Şöyle ki; Rasûl-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, dâimî bir “müşâhede huzûru”ndaydı. Mîrâc’da sâdece bir huzûrdan diğer bir huzûra ve bir “müşâhede” keyfiyetinden farklı bir “müşâhede” keyfiyetine geçirilmiştir. İşte bu husûsiyeti sebebiyle de hadîs-i şerîflerinde:
“Ben, sizden biriniz gibi değilim; Rabbimin yanında gecelerim, Rabbim beni yedirir içirir.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 3/32, 42)
“Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, 8) buyurmuştur. 
SEN BEN’İ GÖREMEZSİN!
Yine ehlullâh hazarâtı, Cenâb-ı Hakk’ın:
“–Yâ Mûsâ! Sen Ben’i göremezsin!” hitâbını da işârî olarak şöyle tefsîr etmişlerdir:
“Yâ Mûsâ! Sen mevcud oldukça, yâni Sen Ben’de fânî olmadıkça, Ben Sen’in için gizliyimdir. Şâyet Sen, Ben’de fânî olursan, Ben Sana âşikâr olurum!”
Yâni, semâda güneş varken, nasıl yıldızlar gözükmüyorsa; denize ulaşan bir dere, onda nasıl kayboluyorsa; bir taş, göze sürme olarak çekildiği zaman, nasıl kendinde taşlıktan birşey kalmıyorsa; bir buğday tânesi, vücûda gıdâ olarak girdikten sonra nasıl buğdaylığını kaybediyorsa; Allâh’ta fânî olanın da izâfî ve türâbî vücûdu, Hak’ta fânî olur ve kendisine yabancılaşır.
 Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, nefsin esâretinden kurtulmak için büyük bir iştiyâk ile ölüm ânını bekledi. O âna, “şeb-i arûs” (düğün gecesi) dedi.
Hallâc-ı Mansûr da, o mânevî sekir hâlinde:
“Dostlar! Beni öldürünüz! Zîrâ benim kurtuluşum, ölümümdedir!” dedi.
Yaşanan bu hâle, tasavvufta “vahdet-i vücûd” veya “vahdet-i şühûd” denir. Ancak bu, geçici bir hâldir. Ve bu mânevî hâlin hakîkî keyfiyetini ancak o hâli yaşayanlar bilir.
Rabbim! Sen’i Göreyim!
Cenâb-ı Hak’la ezelî olan kelâm sıfatının tecellîsi ile konuşması netîcesinde Mûsâ aleyhisselâm’da tatlı, hoş bir zevk hâli hâsıl olmuştu. O, bu hâldeyken Cenâb-ı Hakk’a “Rabbim! Sen’i göreyim!” diye ısrar etti. Netîcede dağ infilâk etti. Mûsâ aleyhisselâm bayıldı. Kendisine gelince de, istiğfâr etti. Mûsâ a.,s. Allâh’ın sözlerini duyunca, âdeta kendisinin dünyâda olduğunu unutmuş, âhirete; cennet ve cemâlullâha kavuştuğunu zannetmişti.
Rivâyete göre nûri ilâhînin kırıntı kabîlinden bir tecellîsiyle infilâk eden dağ, paramparça oldu. Her parçası bir yere dağıldı. Dağ âdeta un gibi savruldu, dağılıp deryâlara düştü. Ondan içine bir parça düşen sular tatlı oldu, bu sulardan içen hastalar şifâ buldu.
Allâh Teâlâ, kelâmdaki büyük bir tecellîsi olan Kur’ân-ı Kerîm hakkında da, âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Eğer Biz, bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allâh korkusundan baş eğerek, paramparça olmuş görürdün! Bu misâlleri, insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (el-Haşr, 21)
Bu sebeple, yüce dağlarıyla yer ve engin ufuklarıyla gökler, ilâhî emâneti yüklenmekten çekinmişlerdir. Bu hakîkati de, Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:
“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklîf ettik de onlar, bunu yüklenmekten çekindiler, mes’ûliyetinden korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)
Hz. Mûsâ’ın mükâlemesinden sonra Tevrât nâzil olmaya başladı. Yedi veya on levha hâlinde inzâl buyruldu. 40 cüz idi. Tevrât nâzil olurken, Cebrâîl aleyhisselâm ile beraber her harf için bir melek vazîfelendirildi. Bu melekler, Tûr Dağı’nın başında Tevrât’ı Hz. Mûsâ’ya takdîm ettiler.
  
Tûr Dağı’ndaki Bir Mülâkât
Mûsâ a.s.’ın Allâh Teâlâ ile olan bir mülâkâtını, Rasûlullâh s.â.v. Efendimiz şöyle anlatır:
“Hazret-i Mûsâ, kendisine has olduğunu sandığı altı husûsiyetten, bir de sevmediği yedinci vasıftan Rabbine suâlde bulundu:
«–Yâ Rabbî! Hangi kulun en müttakîdir?»
«–Devamlı zikreden ve aslâ unutmayan.»
«–Hangi kulun en çok hidâyette olandır?»
«–Hidâyete tâbî olan (Kitâb ve Sünnet’in muhtevâsında yaşayanlar)’dır.»
«–Hangi kulun hüküm vermede en âdildir?»
«–İnsanlar hakkında, kendi hakkında hükmettiği gibi hükmedendir.»
«–Hangi kulun en âlimdir?»
«–İlimden aslâ doymayan ve ilmini irfâna çeviren, yâni yaşayışıyla tebliğ edendir.»
«–Hangi kulun en şereflidir?»
«–Güçlü iken affetmesini bilendir.»
«–Hangi kulun en zengindir?»
«–Kendisine verilene râzı olan ve infâk eden’dir.»
«–Hangi kulun en fakirdir?»
«–Sâhib-i menkûs, yâni hâli noksan olan, kendisine verileni az bulup fazlasını isteyen (kanaatten mahrum olan)dır.»” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XV, 899/43549) (Devam edecek)

Yazarın Diğer Yazıları