
Kadınlar ve 'Çalışma Zorunluluğu' Mitleri!
Ayla KAYMAZ
Kadınların çalışma hayatına katılması bir hak mıdır, yoksa bir zorunluluk mu? Bugün pek çok kadının bu soruya içtenlikle cevap vermekte zorlandığını görüyoruz. Çünkü toplum, başarı, kariyer ve kimlik üzerine o kadar çok kural koydu ki, kadınlar çalışmayı bir özgürlük alanı olarak değil, bir “mecburiyet” olarak görmeye başladı.
“Bu kadar okudun, evde mi oturacaksın?”
Bu cümle, çalışmanın bir tercihten çok bir zorunluluk gibi sunulmasının en yaygın örneklerinden biri. Oysa bir kadın, eğitimli olduğu için çalışmak zorunda değil. Eğitim, yalnızca meslek sahibi olmak için alınmaz; aynı zamanda hayata farklı bir pencereden bakabilmek, kendini geliştirebilmek içindir. Bir kadın, kariyer hedeflerini gerçekleştirmek istiyorsa bu sonuna kadar desteklenmeli; ancak istemiyorsa, “evde oturuyor” olmak küçümsenmemeli. Çünkü evde kalmayı seçmek, kadınlık onuruna ya da bir bireyin kimliğine gölge düşürmediği gibi evde asla bitip tükenmek bilmeyen bir üretim ve hizmet var. Mesaisi ve tatili olmayan. Kendini geliştirmek isteyen her birey için ev eşsiz bir atölye. Yemeklerini iyileştirebilir, dolap içlerini daha düzenli hale getirebilir, bulaşık çamaşırı bir sisteme koyabilirsin. İstersen sen evinin mühendisisin istersen televizyon önü yastığı olmakta senin tercih elbette. Zaten yalnızca örnek olarak bunu gördükleri için dış baskı çalışmazsan evde hep oturursun algısı üzerine. Hiçte öyle değil güzel kardeşim.
“Kariyer yapmazsan toplumda saygınlığın olmaz.”
Bir diğer baskı, “çalışmazsan değer görmezsin” algısı. Ne yazık ki çalışma hayatındaki başarının insanları daha “saygın” yaptığına dair bir inanç, kadınlar üzerinde baskı kuruyor. Oysa insanın saygınlığı, bir pozisyonda ne kadar yükseldiğiyle değil, kim olduğu ve hayata ne kattığıyla ilgilidir. Bir anne, bir eş ya da kendi dünyasında huzurlu bir birey olmayı seçmiş bir kadın da toplum için değerli ve saygıdeğerdir.
“Çalışırsan eşin seni daha çok kabul eder.”
Bu düşünce, çalışma hayatının aile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru haline getirildiğini gösteriyor. Kadının ev ekonomisine katkıda bulunmasının, eşler arasında daha sağlam bir bağ kuracağına dair bir inanç var. Oysa bir ilişkinin sağlam temellere oturması, maddi katkıdan değil, karşılıklı sevgi, saygı ve anlayıştan geçer. Çalışmayı seçmek ya da seçmemek, bir evliliğin kalitesini belirleyen unsur olmamalıdır.
Peki ya kadınların kendi istekleri?
Asıl önemli soru burada yatıyor: Kadın gerçekten çalışmak istediği için mi, yoksa toplumun ve çevresindekilerin dayattığı beklentileri yerine getirmek için mi iş hayatında? Bu soruya dürüst bir cevap veremeyen kadınlar, çoğu zaman kendilerini psikolojik bir savaşın içinde buluyor. Çalışmayı istememek, tembellik ya da başarısızlık olarak yaftalanıyor. Oysa çalışmamak da bir tercihtir ve bu tercih kimsenin eleştirisine açık olmamalıdır.
Bir kadın, çalışmayı seçtiğinde bu özgürlüğe sahip olduğu kadar çalışmamayı seçtiğinde de aynı desteği görmelidir. Çünkü kadınların değeri, meslekleriyle ya da başarı listeleriyle değil, hayatta mutlu ve huzurlu bireyler olmalarıyla ölçülmelidir.
Her kadın, kendi hayat hikâyesini yazma hakkına sahiptir. Kimimiz için bu hikâye çalışma hayatında bir başarı öyküsü olabilir, kimimiz içinse bir evde huzurla kurulan bir dünya. Önemli olan, bu seçimi yaparken hiçbir baskı hissetmeden, kendimiz için neyin doğru olduğuna karar verebilmemizdir. Çünkü nihayetinde mutluluğun tanımını bizden başka kimse yapamaz.
Çalışan, hizmet eden kadını destekliyorum. Eve döndüğünde evin işlerini göğüslemesini hayranlıkla izliyorum. Evinde bir düzeni, konforu var eden ,çalışmıyor gibi görünen kadını da destekliyorum. Ben hangisi daha çok yoruluyorsa o daha çok başarılıdır , saygındır diye düşünmüyorum. Sen de öyle yap.