İsmail Detseli

Bıraksam pekmez, bırakmasam paralar!

İsmail Detseli

Yağ tuluğu, bal tuluğu, pekmez tuluğu, peynir tuluğu…

Yukarıda adlarını yazdığım tuluklar bundan 70 yıl öncesine kadar kırsaldaki malcılıkla uğraşan köylülerin vazgeçilmez katık saklama katık alma, ürün besleme işlerinde kullandıkları önemli bir işlem görmüş deri idi.

Bundan altmış, yetmiş yıl önceleri günümüzdeki gibi naylon bidon, çuval, teneke kutu gibi kapların çeşitli ambalaj ürünlerinin bol olmadığı yıllarda bu tuluklar önemli bir koruyucu malzeme idi. 

Gerek yaylada gerekse buzdolabının hayal bile edilmediği evlerde sağmal olan davar ve sığırlardan elde edilen yağ, peynir gibi yiyecekler ya da pekmez bal gibi akıcı ürünler, tuluğun içinde saklanırdı. 

Tuluk ne miydi? Kesilen küçükbaş hayvanların derisi, yüzme esnasında itina ile komple tek parça malın sırtından ters döndürülerek çıkarılır, bol su ile tüyleri temizlenerek kullanıma hazır edilirdi. 

Şayet çıplak tuluk olarak kullanılacaksa bu malzeme işte o zaman tuluğun kıllı tarafı taşlara sürterek veya çeşitli yöntemlerle yok edilirdi. Bu tulum kıştan önce alınan katıkların muhafaza edilmesinde kullanılır yayla veya köy evinin rutubetli bir yerinde güze kadar saklanıp güzün tekrar çıplak deriden tuluğa alınarak artık kış boyu saklanmasına geçilirdi. Çıplağa peynirin basılması konusunda “O daha serin tutar yaz mevsiminde” derdi analarımız. Tuluğun en iyisi tiftik keçilerin derisinden olurdu.

Hele besi için bağlanıp kesilerek derisi tuluk çıkarılan derinin içindeki beslenmeden dolayı oluşan yağlı kısım içine basılan peyniri besleyici bir özelliğinden dolayı adeta yağlı peynir durumuna getirir kışın yemesi çok lezzetli olurdu.

Sen hiç bal veya pekmez tuluğu gördün mü derseniz, evet gördüm. Eskiden köylere at ve katırlara sandıklarla yüklü bal pekmez satıcıları gelirdi. “Bal var pekmez var” diye köy içinde dolanarak satış yaparlardı. O yıllarda günümüzdeki gibi naylon bidon ve benzeri dayanıklı kaplar olmayınca ancak tuluklarla taşınırdı. 

Şöyle bir nükte anlatılırdı: 

Köyün kenar mahallesinde pekmez satmaya çalışan adamın yanına muzip bir genç varır, “Pekmez kaç para emmi” der, o da fiyatını söyler. Elinde taşıdığı tencereyi gösterip “Tamam şuna iki okka pekmez dök” deyince satıcı tuluğun ağız bağını çözer. Tam bu sırada genç pekmezci adamın cebine sarılır, “Valla emmi seni soyacağım” der. Adam avazı çıktıkça bağırıp “Yetişin ey ümmeti Muhammed, tuluğu bıraksam pekmez dökülecek bırakmasam cepteki paralar gidecek.” Köylerde böyle olumsuz bir iş başa gelince insanlar hemen bu nükteyi aktarırlardı.

Yine konumuza dönelim eski analarımız yaptıkları işi çok düzenli temiz ve tertipli yaparlardı. Sütü sağdıktan sonra onu ocağa koyar, odun ateşinde taşma derecesinde kaynatır, süt içerisindeki bütün mikropların ölmesini sağlardı. Şimdikilere bakıyorum daha süt ocakta ısınmadan mayalayıp peynir yapıveriyorlar. Bunları yiyenlerde birçok hastalık oluyor, brosella gibi… Eskiden yaylalarda ve evlerin gerisindeki izbe tabir edilen yerlerde muhafaza edilirdi yağ peynir gibi hayvansal ürünler. Şimdi buzdolapları, derin dondurucular, daha birçok elektronik aletler var. 

Ben burada acizane bir öneride bulunacağım kışa peynir saklamak isteyenlere tabii imkanları var ise. Baharın süt ürünleri bol olur onları satmaya gelenlerden çalma peyniri alırdık, şayet evde var ise bir tuluğa yoksa bir naylon turşu bidonuna kalıp peynirleri iyice ovaladıktan sonra sıkıca basıp bidonun ağzına bir sağlam bez bağlardık. Ya da tuluğun ağzını iyice iple bağladıktan sonra evin bahçesinde derince bir çukur kazıp tuluğu altından birkaç yerini kalın çuvaldız ile delerdik, bidonda ise ağzını ters aşağı tarafa getirip çukurun tabanına biraz kum döküp peyniri oraya gömerek güze kadar üzerini ara sıra sulayıverirdik toprakta içerisinde.  İçinde kalan su varsa o kumun çekmesi ile peynir rahatça yatar, ne küflenir ne de kokardı. Güzün ihtiyaç olduğunda çıkarıp bahara kadar mis gibi kokan bu peyniri yiyebilirdiniz.  

Buzhanelerde elektrik kesilse kokma tehlikesi olur ama toprakta böyle bir tehlike olmaz. Toprağın beslediği gibi hiçbir şey peyniri beslemez. Şunu da belirtmekte fayda vardır, toprağa gömülmüş naylon bidondaki peynirin tadı tuluktaki kadar leziz olmazdı.

Yazıyı analarımızın anlattığı bir masalın özeti ile bitirelim.

Zamanın birinde bir beldede yaşayan aileler arasında kan davası olmuş. Araya insanlar girmişler, ortamı yatıştırmışlar. Aileler arasında sükûneti sağlamışlar, ancak bazı kimselerin kışkırtmaları devam etmiş. Açıktan kanlılarına zarar veremeyen ailelerden oğlu olan taraf bir hinlik düşünür, karşı tarafın kızını oğluna ister ve barış durumunun devamını sağlamak istediğini belirtir. Kızı olan hakikaten barıştan yana olan aile evet der, kızlarını karşı tarafa verirler. Düğün dernek kurulur kız gerdeğe girer kocasının gelmesini beklerken dışarıda bazı konuşmaları duyar. Oğlanın anası “İçeri girince kızın daha duvağını açmadan karnına bıçağı sapla öldür demektedir. Oğlan da “tamam” der. Bunu duyan akıllı gelin hemen giysilerini duvağını evin gerisinde duran bal tuğuna giydirip onu insan şeklinde evin ortasına koyup kendisine ait olan gelin sandığının arkasına gizlenir. Anasından emri alan oğlan gerdek odasına girer girmez elindeki bıçağı gelin giysili tuluğa saplar. Akan sıvıyı kızın kanı zannederek üç avuç içer. Bakar ki çok tatlı aklı başına gelir. Ağlamaya başlar “ben ne yaptım senin kanın böyle tatlıydı da canın nasıldı” diye. Kız gizlendiği yerden çıkıp “öfken bal tuluğuna yiğidim, sen beni öldürmedin bıçak soktuğun şey bal tuluğu idi işte ben buradayım” deyince oğlan da çok sevinir kız da. Artık başkalarının sözünü dinlenmezler. Mutlu bir yuva kurup ömür sonuna kadar yaşarlar. İşte bir tuluk hikayesi de burada biter…

Afiyetle…

Yazarın Diğer Yazıları