Ramazan Sayar

Hac-3

Ramazan Sayar

Perşembeden devam

Karacaoğlan der maşallah 
Bir görürüm inşallah 
Kara donludur beytullah 
Örtüsü kara değil mi?

Dediği, örtüsü kara, üzeri yazılı, aşina olduğumuz, görünce hemen tanıyacağımız o muazzam kâbe’yi arıyor. Sütunların arasından geçtik. Hemen göründüğü anda. Herkes yanındakine seslenerek bak bak Kabe, işte kâbe sesleri bir an sesliğe büründü. Açılan eller, söyleyen diller, yalvaran dudaklar. baka kalan gözler. Artık kimse kimseyi görmüyor. Sadece karşında gördüğün o büyüleyici beytullahtı kâbe’yi seyrediyorsun. İçinizden neler geçiyor neler. İsteklerinin hepsini tek tek sıralıyorsun. Bir an tarihin derinliklerine gidiyor, manevi hazlar alıyorsun. Heyecanla tavaf yapıp, sa’yi tamamladıktan sonra görevini yerine getirmenin ilk rahatlığını yaşıyorsun. Biraz sonra ezan okundu. Sabah namazını kılalım otele ondan sonra gidelim dendi. Bekledik bir sat sonra yine ezan okundu. Sabah namazlarını kıldık. Servis yerini bulduk. Otobüslere bindik. Otele vardık. Kahvaltı yaptık. İhramdan çıktık. Derken öğle namazı vakti geldi. Camiye git, namazı kıl gel, bir sat geçiyor. Arkasından ikindi, akşam, yemek, yatsı namazları derken iki gün iki gece uykusuz, istirahatsız geçti. Ama insana bu hareketlilik hiç dokunmuyor. Bundan sonra her gece toplu halde tavaf’a gidilecek dendi. Tabi ki bu durum kendi başına gidip gelemeyecekler içindi. Eşimle ben zaman sınırlaması olmaksızın devamlı gittik. Hem kendimiz hem geçmişlerimiz ve hem de yakınlarımız için ayrı ayrı isim belirterek tavaf ve dualarda bulunduk. 
İlk hafta ibadetlerin dışındaki zaman içerisinde hem çevreyi, hem de insanları tanımaya çalıştım. Suudi askerlerle, Hind’li, Yemen’li, Mısır’lı vb. ülkelerin hacılarıyla konuşma, tanışma imkânı buldum. Dinimiz aynı ama kültürler farklı, kılık kıyafetler farklı. Yeme içme alışkanlıkları ve temizlik anlayışları farklı. Emekli hâkim avukat zeki bey, bu farklılıkları görmemem için uğurlamaya geldiği zaman şunları söylemişti: “harem-i şerif’e vardığın zaman insanlara tek gözle bak. Onları idare etmeye kalkma. Konuşmayı seversin ama orada fazla konuşma. Boşa zaman harcama. Az uyu, çok tavaf ve ibadet et. Senin kim olduğunu kimse bilmesin, kendini tanıtma” demişti. Demek ki bu sözler boşa söylenmemişti. Tavaflardan sonra önce kendi nefsimle mücadele etmeye başladım. Kâbe’nin huzurunda açtım ellerimi Yaratan’a: “yarabbi! Her ne kadar diller ayrı, renkler ayrı, milletler ayrı, örf ve adetler ayrı, yeme içme kültürleri ayrı olsa da kalpleri aynı, inançları aynı, hedefleri aynı, yolları aynı. Hepsi buraya senin rızanı almaya, kâbe’ye yüz sürmeye, Rasulullah aşkını yaşamaya geldiler. Yarabbi gönlümü bu insanlara, bu beldeye, bu mekâna ısındır. Ne olur bana herkesi tek gözle göster ki, işte o zaman gerçek Müslüman bunlardır diyeyim. Onlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaşayım. Gönülden gönüle yol gitsin. Kalplerimizin atışları, gözlerimizin bakışları aynı olsun. Dualarımı kabul eyle yarabbi.” diye diye yalvardım.  Diz çöktüm. Aradan birkaç gün geçmişti ki, içim ısınmaya başladı. Düşüncelerimin, görüşlerimin değiştiğini hissettim. Seccademi çiğneyenleri, secde yapacağım yere ayak basanları göremez oldum. Adeta o insanlara içim ısındı. Artık kendimi dünyanın en güvenilir topluluğunun içinde olduğumu hissetmeye başladım.                                                      
Kendimi hiç tanıtmak istemedim ancak öncelikle gurup başkanımız ve diğer gurup başkanları: “abi sen kimsin biz seni merak ediyoruz diye çok ısrarda bulundular.” sade bir vatandaşım dedikçe inanmadılar. “söylersem rahatsız olurum.” dedim. Yine de ısrar ettiler. Artık kısaca kendimi tanıttım.  
Yatsı namazından sonra eşimle beraber tavafımızı yaptık. Namazımızı kıldık, dualarımızı ettik. Kâbe’nin karşısına oturduk dinleniyoruz. İki hacı geldi yanımıza oturdu. Kusura bakma seni bugün ikindi namazında camide gördük dikkatimizi çekti. Sen kimsin dediler. Bende mademki geldiniz benim kim olduğum önemli değil. Kâbe’nin karşısında ben ezbere bir yasin okuyayım dua edeyim sizde âmin deyin dedim. Öyle yaptık. Allah razı olsun bizde mersin mut hacılarıyız dediler. Yanımızdan ayrıldılar.  
Gerek klimalardan ve gerekse toplu halde yaşamaktan dolayı grip oldum. Sağlık ocağına gittim. Doktor yarım kutu hap verdi. Birkaç gün kullandım geçmedi. Daha da ilerledi. Boğazım ve göğsüm yanmaya başladı. Tekrar sağlık ocağına gittim. Doktor ne derdin var? Diye sordu. Bende: 

Derdim çoktur hangisine yanayım 
Yine tazelendi ciğerimin yanması 
Ben bu derde nerden derman bulayım 
Meğer sizin gibi bir doktordan ola çaresi 
 
Dedim. Tamam, anlaşıldı diyerek tatlı bir gülümseme ve memnuniyetle bir kutu hap ve bir şişe balgam söktürücü şurup verdi. Bir kaç gün sonra geçti. Elbette doktorda, ilaçlarda sebeptir. Şifayı veren rabbimizdir. Sağlığın önemini böylece bir defa daha anlamış oldum. Hemen muhteşem Kanuni Sultan Süleyman’ın hastalığında yazdığı şu beyti aklıma geldi. 
  
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi 
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi   
                                 
Herkesi idare etmeye kalkmadım ama oda arkadaşlarıma çok yardımcı oldum. Hepside benden yaşlı olmalarına rağmen, bir babanın çocuğunun elinden sımsıkı tutup yanından ayırmak istemediği gibi, ellerimi tutup “bizi bırakma, Allah senden binlerce razı olsun bize yol gösterdin.” sözlerini hala unutamıyorum.
          
Arafat’a çıkma zamanı yaklaştı. Yavaş yavaş ikinci bir heyecan fırtınası esmeye aşladı. Arafat’ta ve Müzdelife’de en az iki gündüz iki gece uykusuz ve istirahatsız günlerin geçeceği söylenmeye başlandı. Hac Arafat’tır. Hacı olmanın başka mekânı ve zamanı yoktur. Hazırlıklar başladı. Kimisi birçok eşya alıyor. Kimisi de hiçbir şey almıyor. Eşimle bende battaniyeler, hasırlar, bir hayli gıda maddeleri, beş kiloluk su, birde bunları koymak için valiz aldık. Zilhicce ayının 8. günü ikindi namazından sonra otelin yakınındaki otobüslere bindik. Arafat’a hareket edeceğiz. Ancak hacılardan birisi eksik. Ara ara biraz sonra bulundu geldi. Neredesin diye sinirlenenler, kızanlar oldu. Ama bizim hacı gayet rahat. Makamlı ve nameli bir şekilde “Allah, Allah” diye karşılık vermez mi. bu sahne benim çok hoşuma gitti. Bende aynı tonda: “Allah Allah bu nasıl sevda, Allah Allah bu nasıl kızma.” deyince. Otobüsün içendeki hava birden yumuşadı. Yerini tebessüm ve rahatlamaya bıraktı. Yirmi dakika olan Mekke Arafat arasındaki yolu tam üç saatte alabildik. Yollar sanki yağ akıyor. Otobüsün içi kaynıyor. Akan terler yerleri ıslatıyor. Arafat meydanında kurulan çadırlarımıza vardık. Herkes oturacak kadar birer yer tespitinde bulundu. Hacıların bazıları yattı. Bazıları sabaha kadar oturdu. Sivrisinekten dolayı oturup yatamayınca bende eşimle beraber geç saatlere kadar Arafat caddelerinde gezindik. Her tarafta zemzem ve gıda maddelerini görünce bir valiz doldurup götürmenin anlamsız olduğunu gördüm. Geri çadırımıza geldik. Etraf sessiz ve sakin. Sivrisinek seslerinden başka bir ses yok. Gecenin o sessizliğini kadın hacılarımızın çığlıkları bozdu. Abdest aldıkları su borusu patlamış. Su o kadar tazyikli yükseliyor ki yanına yaklaşmak mümkün değil. Az sonra sele dönüştü. Yakınındaki çadırları su bastı. Uyuyan hacılarımız kendilerini suyun altında buldular. Dışarı çıkanların yarısı çamur içinde kalmışlardı. Kimisi yıkadı, kimisi de üzerinde kuruttu. Sıhhi tesisattan anlayan bazı hacılarımız patlayan boruyu tıkamak için borunun üzerine atladılar. Birisi atlıyor, tıkayamıyor, sırılsıklam oluyor. Kenara çekiliyor. Bir başkası atlıyor. Derken işi hallettiler. Sabah namazı vakti gelmişti. Arafat meydanında öyle bir ses yankılandı ki, bütün hacılarımız mest oldu. Hocalarımızın birisi saba makamında sabah ezanı okuyordu. Okudukça kalpler coştu, gözlerden yaşlar boşaldı. o tadın o zevkin bir daha yaşanması mümkün değildi. Sabah namazları kılındı. Diyanet İşleri Başkanlığı Hac Dairesi İrşad Gurubu aşırlarla, ilahilerle, konuşmalarla Arafat meydanını coşturdukça coşturdu. Hacılarımızı manen doyurdu. 

DEVAM EDECEK
 

Yazarın Diğer Yazıları