
Üç Mühim Dert!
Ramazan Sayar
Bir gün çok ağlıyorken Rabiat’ül Adeviye
Sordular: (ağlamanın sebebi nedir) diye.
Buyurdu ki: (üç büyük derdim var şimdi benim.
Bunları düşündükçe, ağlayıp yaş dökerim.
Bunlardan kurtulmaya, var ise bir kolaylık.
Bir garanti verin de ağlamayayım artık.)
Dediler: (söyle bize ne imiş o dertlerin?)
Her halde hallederiz, kolayı var her şeyin.)
Buyurdu: ( öyle “zor ki”, kastettiğim o dertler.
Zannettiğiniz gibi kolay halledilmezler.
Biri: Son nefesimde verirken ben canımı.
Kurtarabilir miyim, acaba imanımı?
İkincisi: Mahşerde acep amel defterim.
Sağımdan mı verilir, soldan mı yok haberim.
Üçüncüsü: Herkesin hesabı görülünce.
Ve layık oldukları, yere götürülünce.
Cennetlikler ile mi, giderim ben acaba?
Yoksa atılır mıyım, “kötülerle” azaba?
Bu “korkunç tehlikeler” var iken önümde hep.
Ben ağlamayayım da, kimler ağlasın acep?
******
Yine bir gün misafir, var iken hanesinde.
Yemeğe koymak için, ”soğan yoktu” evinde.
Dediler: (Ey Rabia, şu komşudan istesek.
Zira soğan olmazsa, iyi olmaz, o yemek.)
Buyurdu: (kırk senedir, söz verdim ki ben şuna.
Asla el açmayayım, Rabbım’dan gayrısına.)
Rabia’nın sözü bitmemişti ki, o an.
Bir kuş ayakları ile bıraktı “iki soğan”.
******
Bir gece de dostları, geldiler ona ancak.
“Kandil yoktu” evinde gece aydınlatacak.
Rabia hazretleri üfledi bir avucuna.
“Nur geldi” birdenbire, parmakları ucuna.
*******
“Kamış” girdi gözüne, bir gün namaz kılarken.
Hiç farkına varmadı, acımasına rağmen.
Öyle sarmış idi ki O’nu” aşk-ı ilahi”.
Hissetmedi kamışı, gözüne girse dahi,
Selam verip sordu ki,(gözümde bir şey mi var?)
Bakmış “kamış girmiş”, güçlükle çıkardılar.
Ya Rabbi, bu mübarek velinin hürmetine.
Kavuştur bizi dahi, senin muhabbetine.
********
Uzaktan bir misafir, gelmişti hanesine.
Bir parça eti vardı, koydu tenceresine.
Düşündü “pişirip te ona, ikram etmeyi.
Ve lakin konuşurken ”unuttu” pişirmeyi.
Nihayet akşam olup, namazları kıldılar.
Hem kendi, hem misafiri, o gün oruçluydular.
Dedi ki: (et pişmedi, unutmak sebebiyle,
Bari iftar edelim “kuru ekmek, su” ile.)
Getirmeye giderken, su ve kuru ekmeği.
Leziz "et kokuları” bir anda sardı evi.
Baktı ki tencerede, duran et, o haliyle.
“Ateşsiz” pişmiş idi, kudret-i İlahiyle.
Misafir o yemekten, yiyince, ilk tadım da.
Dedi: (böyle “hoş yemek”, yemedim hayatımda.)
Hem de sen demiştin ki “unuttum pişmedi et”.
Hâlbuki ki bu et pişmiş, acaba nedir hikmet?
Dedi: (kul unutmazsa eğer ibadetini.
Onu da unutmazlar, pişirirler etini.)
Abdüllatif UYAN