Mustafa Özyurt

Ledünnî İlme Sâhip

Mustafa Özyurt

Ledünnî ilme sâhip olan Hızır aleyhisselâm ise, istikbâle vâkıf olduğu için Mûsâ aleyhisselâm’a kader tecellîlerini seyrettiriyordu. Dolayısıyla Hızır aleyhisselâm’ın davranışlarıyla, ona îtirâz eden Mûsâ aleyhisselâm’ın davranışları, ilm-i ilâhîde herhangi bir tenâkuz arz etmemektedir. Hızır a.s., sâdece aklın muhâkeme şartlarını aşan bir ilmin îcaplarına göre hareket ediyordu.

Demek ki, kâinâtta aklın hudutları dâhilinde kavranamayacak hakîkatler de bulunmaktadır. O hâlde hakîkat arayışında sırf akla istinâd etmek doğru değildir. Gözün bir mesâfeye kadar görebilmesi, kulağın da yine belli bir mesâfeye kadar işitebilmesi gibi, aklın da hâdiseleri ve hakîkatleri kavrayabilme hudûdu vardır. Aklın hudûdu aşılınca, idrâk mutlak bir acze düşer. Bu durumda gönlün Hakk’a teslîm edilmesi îcâb eder.

Nitekim İmâm-ı Gazâlî Hazretleri de, akılla ilâhî sırlara lâyıkıyla vâsıl olunamayacağı kanâatine vararak, aklın ötesine kalbî hayatla geçmenin zarûretini görmüş, ancak bu şekilde mutlak hakîkate vâsıl olunabileceğini ifâde buyurmuştur.
Gazâlî Hazretleri, büyük eseri “Tehâfütü’l-Felâsife”de, feylesofların felsefelerini çürüterek aklın âcizliğini ortaya koymuştur. Kendi mânevî hâlini de şu şekilde ifâdelendirmiştir:

“Aklımı gerdim; yırtılacak dereceye geldi ve onun bir noktadan sonra mutlak âcizliği ile karşılaştım. İdrâk ettim ki, ilâhî sırları kavramak için, Hazret-i Peygamber s.â.v.’in rûhânî füyûzâtına nâil olmaktan başka çâre yoktur!
Hak Teâlâ’ya duâ ve ilticâlarda bulundum. Tefekkür, riyâzât ve zikir gibi mânevî terbiye netîcesinde rûhâniyet-i Rasûlullâh’a kavuştum ve kurtuldum.” 

HIZIR KISSASININ TAHLİLİ

Nitekim Hızır kıssasındaki hâdiseler, akılla tahlîl edilirse;

Geminin delinmesi, zâhiren sâhiplerine karşı haksızlık ve zulümdür. Hakîkatte ise fukarânın geçim vâsıtası olan geminin zâlimler tarafından gasbına mânî olmaktır.Yine zâhiren, gencin öldürülmesi, bir cinâyettir; hakîkatte ise, sâlih ve sâliha olan ebeveynin ve hattâ öldürülen gencin âhiret hayatlarının korunmasıdır.

Yine zâhiren kendilerini tardeden bir köydeki yıkılmak üzere olan duvarın tâmir edilmesi, mantığa terstir; hakîkatte ise, iki mazlum yetîme âit emânetin muhâfazasıdır.

Bu hâllerin sırları, ancak ledünnî kalbî bir ilimle ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple kaderin sırrı, sırf akılla idrâk edilemez. Çünkü kaderi tam olarak kavramak, beşer idrâkinin üzerinde bir keyfiyettir.

Buhârî’de bu kıssa ile alâkalı olarak şu meâlde bir hadîs-i şerîf bulunmaktadır:

“Allâh İmrân oğlu Mûsâ’ya rahmet etsin! Eğer sabredebilseydi, daha nice acâib ve garâib hâdiseleri Hızır, O’na öğretecekti.” (Buhârî, Enbiyâ, 27; Ahmed bin Hanbel, V, 118)

Hz. Mevlânâ, ledünnî ilmin bir nasîb işi olduğunu ve bunun ancak kalbî istîdâdı olanlara lutfedildiğini bir misâl ile ne güzel ifâde eder:

“Yâkûb’un, Yûsuf’un yüzünde gördüğü fevkalâdelik, kendine mahsûs idi. O nûru görmek, Yûsuf’un birâderlerine nasîb olmamıştı. Kardeşlerinin gönül âlemi, Yûsuf’un hakîkatini görmekten ve anlamaktan uzak idi.”
“Rûhun gıdâsı aşktır. Canlarınki ise açlıktır.”

“Yâkûb’da Yûsuf’un bir câzibesi vardı. Bundan dolayı, Yûsuf’un gömleğinin kokusu, O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise, o kokuyu duymaktan mahrûm idi.”

“Çok âlim vardır ki, irfandan nasîbi yoktur. İlim hâfızı olmuştur da, Allâh’ın habîbi olamamıştır...” (Devam edecek)

Yazarın Diğer Yazıları